Taksav Edirne Temsilciliği

TARİHYAZIMI ATÖLYESİ

Ruhun bir sesi var mıdır? Ruh ile ses arasında nasıl bir bağ, nasıl bir ilişki söz konusudur? Ses, “mevcudiyet”in şaşmaz bir izi olarak gerçekten de ruha mı aittir, yoksa bedenin kendisinden neşet eden bir titreşim, bir yayılım ya da bir gerçeklik midir? Sesin varlığı neyi ya da kimi güven altına almaktadır?  Eğer Leonardo Da Vinci’ye kulak verirsek, Da Vinci, “ruhun sesi yoktur, çünkü beden olmaksızın ses olmaz” demektedir. Aslında Da Vinci’nin alıntılanan bu sözü, tarihyazımı bağlamında geçmiş ile tarih arasındaki radikal fark bağlamında önemli şeyleri fark etmemize olanak tanımaktadır. Bir “mevcudiyet” olarak, zamansal bir form olarak geçmişin kedisine ait bir sesi var mıdır? Ses ve bu sesin getirdiği mevcudiyet kime ya da nereye aittir? Geçmişin duyulabilecek, fark edilebilecek bir sesi olmadığını, geçmiş ile tarih arasındaki radikal farkı merkeze alan Tarihyazımı Atölyesi geçmişin sesinin olduğu yerde tarihin olduğu kabulünden hareket etmektedir. Zira sadakatle geçmişin kendisini yeniden üretmeye kararlı olan bir disiplin, yöntem ya da biçim olmaksızın ne tarihsel bir gerçeklik ne de geçmişin kendisi vardır. İşte tam da bu yaratım, bu kurgu ve nihayetinde bu jest, bu atölyenin çalışma nesnesini oluşturmaktadır.

Bir temsil biçimi olarak tarih içinde geçmişin, hangi iz veya hangi tanıkla var olursa olsun bu sesi, kendisine ait bir ses olarak mevcut değildir. Geçmiş, ancak bir temsil biçimi olarak tarihin içinde bir sese kavuşabilir. Ancak tarihin “göndergesiz”, “boş” ve kendisini devri daim bir şekilde tekrar eden diliyle konuşabilir. Geçmişi her duyuş, onunla her müzakere bu nedenle sadece ona bakışla oluşabilir. O bakış ise ancak tarih olabilir. Dolayısıyla Tarihyazımı Atölyesi kapsamında kendi başına duran, saf ve naif bir mevcudiyete sahip bir geçmiş ve onun sesinden değil, ancak öyle ya da böyle sadece tarihin “bir” sesinden bahsedebiliriz. Yalnız o ses, asla “bir” olarak kalamaz, asla kendini “bir”de gösteremez ve asla kendini “bir”le kapatamaz. Dolayısıyla tarihin o sesi, geleneksel anlamda ses ile o sesi çıkaran, dil ile o dili kullanan özne arasında bir “mevcudiyet metafiziğine” yol açan, öznenin verili mevcudiyetini sağlama alan bir ses de değildir.

Aslında geçmişin kendisine ait ne bir dili ne de kulak verebileceğimiz bir sesi vardır. Ondan işittiğimiz her şey, bir yerde kendi dilimizde anlam kazanan, kendi sesimizdir. Bu ses ve dil ise her zaman için tarihçinin muhayyilesinde kalan, onun dışına çıkma ihtimali olmayan bir şeydir. Çünkü geçmişin kendisi bile aslında “geçmiş” değildir. Zira bu geçmiş, sürekli olarak tekrar ederek, ancak şimdide ve buradadır, yani o, bir “geçmiş-şimdiliktir”.

Geleneksel tarih yazma biçimleri bir tarafta tarihin bir diğer tarafta ise hayalin olduğunu ima ederler ve bu imayla birlikte tarihle hayal arasında bir sınır olduğunu ortaya koyarlar. Bu ima ve bu sınır ise tarihi hayalin ötesine/dışına taşıyarak alttan alta hayalden azade “hakiki” bir tarihin imkânını bizlere “dayatır”. Bu dayatma ise geleneksel tarihyazımındaki “ontolojik realist” tarihçi tavrını güçlendirir. Buna karşılık olarak Tarihyazımı Atölyesi saf, kendi halinde duran, bozulmamış ve en önemlisi “var olmak” için bir tarihe ihtiyaç duymayan geçmişin olmadığı şiarından hareket etmektedir. Şimdiye aktarılmayan, şimdide yeri olmayan bir geçmiş bu bağlamda düşünülemezdir. Tarih ister meta-anlatılara dayanarak kayda alınsın ister akademik bir çerçeve içerisinde bilimsel kriterler uyarınca yapılsın isterse de amatör bir yönelimle yazılsın her daim birileri veya bir şeyler içindir. Eğer kendinde var olan ve sadece kendisi için var olan, mevcudiyeti için tarihin diline muhtaç olmayan bir geçmiş var olsaydı ne tarihe ne tarihçiye ne de tarihçinin yorumsallığına ihtiyaç duyulurdu.

Aslında kendinde mevcut olan ve tarihe hiçbir suretle ihtiyaç duymayan bir geçmişin var olduğu inancı, bu bakımdan tarihyazımı bağlamında birçok şeyi kendine bağlayan, tarih ve tarihçinin yaratıcılığını gemleyen bir durumu da alttan alta körüklemekte, hatta bu durumu şiddetlendirmektedir. Gerçekten de böyle bir kabulle, yani geçmişin tarihe ihtiyaç duymaksızın onun dışında var olduğuna yönelik bir kabulle birlikte, tarihin, yaratıcılıktan uzak bir şekilde sadece bir keşfe, tarihçinin ise bir kâşife dönüşmesi muhtemeldir. Her keşif gibi tarihçinin geçmiş bağlamında yaptığı keşif de kâşif olarak tarihçiyi kendi keşfine bağlamaktadır. Bu bağlanışla birlikte tarihçi kendi keşfine kâşif olarak bağlanırken, onun okuru olarak bizler de kendi okumamıza bağlanmaktayız. Bu bağlanma okumanın askıya alınması, yeni ve çoğul anlamların okuma uzamından çekip gitmesi anlamı taşır. Artık okur, okur olarak okumaz, sadece tarihçinin, kâşif tarihçinin yaptığı bu keşfi takip eder, onu yorumlamaz, sadece ondan çılgınca intihal yapar.

İşte okumayı okuma olarak, yazıyı ise yazı olarak kabul etme davetinde bulunan Tarihyazımı Atölyesi, kendi sesimizi bulacağımız, daha doğrusu kendi sesimizi yaratacağımız bir bağlamı inşa etme amacı taşımaktadır. Geçmiş ile tarih arasındaki radikal farkı kendisine nesne olarak alan Tarihyazımı Atölyesi, katılımcılarına tarihin hem ontolojik hem de epistemolojik boyutlarını masaya yatırma imkânı sunmaktadır.